LABORATUVAR BEBEĞİ KAHVE
- Meet Lab Coffee
- 17 Ağu
- 9 dakikada okunur
İklim değişikliğinin etkilerini yok sayanlar bir kenara dursun, konunun büyüyerek tüm gündelik alışkanlıklarımızı etkiler hale gelmesi an meselesi… Kahvenin geleceği adeta yeniden yazılıyor. Yükselen sıcaklıklar, değişen yağış rejimleri ve yayılan zararlılar, dünyanın en değerli kahve bölgelerini tehdit ederken; laboratuvar üretimi ve çekirdeksiz alternatifler, fincanlarımızdaki bu dönüşümün en radikal cevapları olarak öne çıkıyor.
Çekirdeksiz alternatifler mi?
Evet bugün size biraz canımızı sıkacak bir taklitçilikten bahsedeceğiz.
Bildiğimiz gibi en nitelikli kahve türlerinden olan Arabica tabiri caizse altın saçlı kız, dar bir iklim kuşağında hayat buluyor ve sıcaklık ile yağış düzenindeki en ufak değişime bile hızla tepki veriyor. Sadece tropik dağların yükseklerinde, gölgeli yamaçlarda, 18-21 °C arasında ve düzenli yağış alan mikroiklimlerde en iyi halini bulur. Guatemala’nın sisli tepelerinden Etiyopya’nın efsanevi kahve vadilerine, Endonezya’nın nemli dağ ormanlarına kadar uzanan bu coğrafya, Arabica’nın evi gibidir. Teorik olarak kahve tarlaları tropik ormanlarla uyum içinde var olabilir; ama gerçekte çoğu zaman işler farklı ilerler. Yeni fidanlar için yer açmak ya da odunla çalışan kurutma makinelerine yakıt sağlamak adına ağaçlar kesilir ve kahve tarımı maalesef ormansızlaşmanın en büyük sebeplerinden biri haline gelir. Arabica, doğru koşullar sağlandığında bile sabırlı olmayı gerektirir; ilk hasat için 3-5 yıl bekleriz ve her ağaç yılda yalnızca 0,5-1 kilo yeşil çekirdek sunar. Üstelik iklim krizi bu narin dengeyi şimdiden sarsmaya başladı. Yaklaşık iki yüzyıldır fosil yakıtların saldığı karbondioksit, dünyanın ısısını artırıyor; seller, kuraklıklar, sıcak hava dalgaları, kahve böceği istilaları ve mantar hastalıkları, üretim bölgelerini tehdit ediyor. 2022’de Brezilya’da yaşanan aşırı hava olayları, kahve fiyatlarını pound başına 2,58 dolarla son 11 yılın zirvesine taşıdı. Üreticiler yeni bölgelere yöneldikçe daha fazla ağaç kesiliyor, biyoçeşitlilik azalıyor ve ormanlar karbon yutağından karbon kaynağına dönüşüyor. Bilimsel raporlar, eğer bugünden harekete geçmezsek bu yüzyılın ortasında kahve üretiminde ciddi düşüşler yaşayabileceğimizi söylüyor. Hatta IPCC’nin verilerine göre, 2050’ye kadar dünya genelinde kahve verimi kayda değer şekilde azalacak ve kahve yetiştirmeye uygun araziler büyük ölçüde daralacak. Bunun en büyük sebebi daha önceki yazılarımızda birkaç kere üzerinde durduğumuz arz-talep etkileşimindeki uçukluklar. Bazı bilim insanları kahve tüketiminin bu denli artmasını şımarıkça buluyor. Üstelik bu ivme hiç düşecek gibi görünmüyor. Çünkü tüketimde trend takibinin aksine kahve herkes için temel içecek kategorisinde yer alıyor. Temel ihtiyaca dönen tüketim hemen arkasında haklıca bir korkuyu tetikliyor. Kaynak kıtlığı!
Bugün kahve yetiştirilen alanların yaklaşık yarısı, iklim koşulları nedeniyle artık kahveye elverişli olmayabilir. Bu senaryo gerçekleşirse, yalnızca kahve tarımı değil, kahve ekonomisi ve biz kahveye gönül veren herkes bu değişimden doğrudan etkileneceğiz.
İklim değişikliğinin tüketim fazlası olan her şeyi direk ya da dolaylı yoldan etkilediğini biliyoruz ama başka hangi nedenlerden dolayı kahvenin etkilediğine bakalım.
Artan Sıcaklıklar Kahve bitkileri, 18-21°C aralığında en iyi performansını gösterir. Sıcaklıkların yükselmesi, özellikle Arabica için ciddi stres demek. Bu durum verimi düşürürken, kahve yaprak pası ya da kahve meyve kurdu gibi zararlıların daha yüksek rakımlara yayılmasına da neden oluyor. Yüksek sıcaklık, bitkinin hastalıklara karşı direncini zayıflatıyor ve tek bir salgınla tüm hasadın kaybedilmesine yol açabiliyor.
Değişen Yağış Rejimleri Kahve ağaçları düzenli ve yeterli yağış ister. Ancak iklim değişikliği bu dengeyi bozuyor. Bazı bölgelerde kuraklıklar uzuyor, başka yerlerde sağanak yağışlar artıyor. Kuraklık bitkinin su stresine girmesine, aşırı yağış ise mantar hastalıklarının yayılmasına yol açıyor. Biz üretim zincirinin her halkasında bunun yansımalarını görüyoruz: bir yıl kuraklık, bir yıl sel… Her ikisi de ürün kaybı demek.
Daralan Yetiştirme Alanları İklim modelleri, kahve yetiştirmeye uygun arazilerin giderek yükseklere ve serin bölgelere kayacağını söylüyor. Düşük rakımlı ovalar, özellikle Arabica için çok sıcak hale geliyor. 2050’ye gelindiğinde Arabica yetiştirilebilecek alanların yarıya inmesi öngörülüyor. Vietnam’da kuraklık, Endonezya’da aşırı yağış derken; üretimde %20’lere varan düşüşler yaşanıyor. Bu da doğrudan fiyatlara yansıyor.
Verim ve Kalite Kayıpları Sıcaklık ve yağıştaki düzensizlikler sadece miktarı değil, tadı da değiştiriyor. İklim stresi yaşayan ağaçlar daha düz, tatsız ve alışılmadık aromalara sahip çekirdekler üretiyor. Nitelikli kahvede aradığımız kompleks tat profilleri risk altında.
Ekonomik ve Sosyal Etkiler Dünyada kahvenin %80’ini küçük aile çiftçileri üretiyor. Geçimlerini büyük ölçüde kahveden sağlıyorlar ve iklim değişikliğinin getirdiği risklere karşı en savunmasız grup onlar. Hasat azalınca gelir düşüyor, yoksulluk riski artıyor. Küresel arz düşünce fiyatlar yükseliyor; 2024’te Arabica fiyatları %58, Robusta %70 arttı. Bu durum, kahve dükkanından evdeki demleme ritüeline kadar hepimizi etkiliyor. Özellikle de nitelikli kahveyi konuşuyorsak.
Peki iklim değişikliğinin getirdiği bu zorluklar karşısında sektör paydaşları ne gibi uyum ve çözüm stratejileri geliştirmeye çalışıyorlar? Mesela Robusta gibi sıcaklığa ve hastalıklara daha dayanıklı kahve türlerinin üretimini artırmak bunlardan biri. Örneğin Arabica yüksek sıcaklıklara karşı hassasken, daha dayanıklı olan Robusta’nın ileride daha yaygın tüketileceği tahmin ediliyor. En azından tercihini nitelikli olmayan kahveden yapanlar için. Bir diğer strateji, tarımsal uyum yöntemleri: Gölge ağaçlarının dikilmesi, sulama ve drenaj iyileştirmeleri, toprak yönetimi, farklı tarım teknikleriyle mikroiklim kontrolü gibi uygulamalar çiftçilerin değişen koşullara direnç geliştirmesine yardımcı oluyor. Burada da kronik sorun haline gelen tarla sahiplerinin eğitim hakkına eşit erişim sağlayamaması penceresi açılıyor. Bunlara ek olarak sektörde kahve bitkisinin genetik yapısını güçlendirmeye yönelik araştırmalar da hız kazandı. Büyük kahve şirketleri ve araştırma kuruluşları daha dayanıklı yeni çeşitler, hibritler geliştirmek için çalışıyor.

Peki laboratuvarlarda neler oluyor?
Burada karşımıza yeni bir tabir çıkıyor. Hücre kültürü kahvesi. Kahve bebeğimiz derken bir laboratuvar bebeğinden bahsetmemiştik ama bir bakalım gelişmeler nelermiş.
Kahvenin laboratuvar ortamında üretilmesi—hücre kültürü kahvesi—bizce tarla yetiştiriciliğine rakip değil, iklim baskısı altında tamamlayıcı ve sürdürülebilir bir seçenek olarak bazılarının aklına yatmış gibi görünüyor. Süreç ise, genç bir kahve fidesinden alınan küçük doku örnekleriyle başlıyor; bu hücreler özel besi ortamlarında çoğaltılarak sürekli büyüyebilen callus kültürlerine dönüştürülüyor, ardından çelik biyoreaktörlerde besleyici sıvılarla yüksek hacimde büyütülüyor. Hedef yoğunluğa ulaşınca biyokütle hasat edilip suyu uzaklaştırılıyor ve dondurarak kurutma (freeze-drying) ile açık renkli bir toza dönüştürülüyor; sonrasında işin bize en tanıdık kısmı başlıyor: kavurma. Finlandiya’daki VTT ekibi 2021’de bu yöntemi fincana taşıyacak seviyede ilk kez başardı; 2023’te ise kavurmadan duyusal analizlere kadar tüm adımları bilimsel bir yayında paylaştılar. Farklı sıcaklık/süre kombinasyonlarıyla fırın kavrum profilleri denendi; ilk tadım paneli sonuçları aromayı kahve ile siyah çay arasında bir yerde tanımladı ve kavurmanın renk/tat bileşenlerini belirgin biçimde dönüştürerek kahveye benzer aromatikleri ürettiğini doğruladı.
Şu an bazı farklar var: En kritik olanı kafein—laboratuvar örneklerinde, klasik Arabica’ya göre yaklaşık 40 kat daha düşük ölçüldü; bunun, kültürde kafein biyosentezinin sınırlı olmasından kaynaklandığı düşünülüyor. Ancak başlangıç hücreleri gerçek kahve bitkisinden geldiği için kafein üretme genetik potansiyeli mevcut; ortam ve süreç optimizasyonlarıyla bu seviyenin artırılması hedefleniyor. Avantajlara gelirsek: Tarımda yıllar süren üretim döngüsü burada yaklaşık bir ayda tamamlanabiliyor; iklim veya mevsime bağlı kalmadan yıl boyu kesintisiz üretim mümkün. Tropik iklim ya da geniş arazi gerekmiyor; kahve kültürü iklimi uygun olmayan ülkelerde bile üretilebiliyor, bu da özellikle Avrupa gibi üretmeyen ama çok tüketen bölgeler için ithalat bağımlılığını azaltıp öz-yeterliliği artırma şansı demek.

Üstelik kapalı ve kontrollü hatlarda üretim, hasat/arazi/menşe kaynaklı lezzet varyasyonlarını minimize edip standart kalite hedeflemeyi kolaylaştırıyor; su ve arazi kullanımını, dolayısıyla karbon ayak izini azaltma potansiyeli de cabası. Zorluklar net: ölçek büyütme, yasal onaylar (AB’nin yeni gıdalar rejimi gibi süreçler zaman alıyor), maliyetlerin rekabetçi hale gelmesi ve tüketici kabulü. 2025 civarında onay görebileceğine dair öngörüler olsa da tek başına onay yetmeyecek; çiftçiden kavurmacıya, gıda şirketinden dağıtıma kadar çok paydaşlı bir ekosistemin birlikte hareket etmesi gerekecek. Bu alanda VTT yalnız değil: Stem (Fransa) gibi ekipler ilk seri üretim hücre kültürü kahvesi hedefiyle ilerliyor; başka girişimler mikrobiyal fermantasyon ve bitki biyoteknolojisi ile kahve aroması üretiminde çalışıyor. Gelişmeler iç açıcı olarak görünmese de oldukça heyecan verici. Kahve çekirdeği olmadan, sadece başka bitkisel bileşenlerle kahveye çok benzeyen içecekler üretmek… Bu fikir ilk bakışta yalnızca geleceğin laboratuvar vizyonu gibi görünebilir ama aslında kökleri epey eskiye uzanıyor. Tarihte, özellikle savaş yıllarında ya da kahve kıtlığı dönemlerinde, hindiba kökü, arpa, çavdar gibi malzemeler kavrulup öğütülerek kahve ikameleri yapılmıştı. Bugünün “çekirdeksiz kahve” ürünleri ise bu geleneği ileri teknolojiyle birleştirerek yepyeni bir seviyeye taşıyor. Artık amaç, sadece kahveye benzeyen bir renk ve koku yakalamak değil; geleneksel kahvenin kompleks tat profilini ve kafein deneyimini neredeyse birebir sunabilmek. Bunun ardında iki temel motivasyon var: Kahve tarımının çevresel yükünü azaltmak ve iklim değişikliği ile dalgalanan maliyetlere sürdürülebilir bir çözüm üretmek. Çünkü kahve üretimi, yüksek miktarda tropik orman arazisi gerektiriyor ve küresel deforestasyonun önemli sebeplerinden biri. WWF verilerine göre 2005-2017 arasında tropikal ormansızlaşmanın %80’inden az sayıda tarım ürünü sorumluyken, kahve bu listede 6. sırada yer alıyor. Her yıl binlerce hektar orman tarıma açılıyor; karbon emilim kapasitesi düşüyor, iklim değişikliği hızlanıyor. İşte bu yüzden bazı girişimler “orman kesmek yerine kimya ve gıda teknolojisi kullanarak” kahve üretme yoluna gidiyor. Bu yeni yaklaşım, kahve çekirdeğinin kimyasal ve duyusal özelliklerini tersine mühendislik yöntemiyle başka bitkilerden yeniden oluşturmak üzerine kurulu. Geleneksel kahve kavrulduğunda yüzlerce aromatik bileşik ortaya çıkar; meyvemsi, çikolatamsı, fındıksı notalarla dolu kompleks bir tat profili. Çekirdeksiz kahve üreticileri bu profili yakalamak için tahıl, tohum, kök ve meyveleri özel oranlarda harmanlıyor. ABD merkezli Atomo Coffee, hurma meyvesinin atık çekirdeklerini yıkayıp marinasyondan geçiriyor, kavurup öğütüyor. Bu temel bileşen, kavruk ve zengin aroma sağlıyor. Çilek posası (meyve suyu üretiminden kalan lifler) ve olgunlaşmamış yeşil muz ile tat dengeleniyor; kafein ise yeşil çay yapraklarından geliyor. Böylece hiç kahve bitkisi kullanılmadan kafeinli ve kompleks aromalı bir toz kahve ortaya çıkıyor. Filtre, espresso gibi klasik yöntemlerle demlenebiliyor; tadım testleri, hem lezzet hem kafein etkisinin tatmin edici olduğunu gösteriyor. Voyage Foods (California) ise nohut ve pirinç kabuğu gibi bileşenleri kavurup öğütüyor, doğal aromalar ve yeşil çay kafeini ekliyor. Ürün, öğütülmüş toz, konsantre ve instant formatlarda sunuluyor. Orta kavrum malt ve karamelize şeker notaları, koyu kavrum ise is ve bitter kakao tonlarıyla geliyor. Kafein seviyesi, soğuk demleme kahveye yakın ayarlanmış. Hollanda menşeli Northern Wonder, tamamen tropik olmayan malzemelerle “Coffee Free Coffee” üretiyor. Wageningen Üniversitesi ile kahvenin kritik uçucu bileşiklerini belirleyip Avrupa’da yetişen bitkilerden formül geliştirmişler. Filtre harmanında acı bakla, nohut, maltlanmış arpa, hindiba kökü, çavdar ve siyah frenk üzümü; espresso kapsülde incir ve keçiboynuzu da var. Crema için doğal lifler eklenmiş, kafein ise sentetik olarak %1.4 oranında ayarlanmış. Tadımda sütlü içeceklerde neredeyse ayırt edilemiyor, sade espresso’da ufak farklar hissediliyor. Şimdi “Coffee 2.0” projesiyle, özellikle kahvenin ortama yayılan cezbedici kokusunu yakalamak için fermantasyon ve presleme teknikleri üzerinde çalışıyorlar. Benzer şekilde Minus Coffee ve Prefer gibi girişimler de hurma çekirdeği, meyve posaları, tahıl kabukları gibi yan ürünleri kullanarak kahveye yakın tat profilleri geliştiriyor. Kavrulmuş hindiba kökü topraksı acılık verirken, arpa ve çavdar gövde ve renk sağlıyor; meyve çekirdekleri ise karamelimsi tatlar ekliyor. Maillard reaksiyonları sayesinde kahvemsi aromalar üretiliyor. Gerçek kahvedeki ~1000 uçucu bileşiğin tamamını kopyalamak mümkün olmasa da ortalama bir tüketiciyi tatmin edecek düzeye ulaşılabiliyor. Çevresel etkiler açısından rakamlar çarpıcı: Atomo, bir fincan espresso başına %83 daha az sera gazı emisyonu ve %70 daha az arazi kullanımı bildiriyor. Voyage Foods, ölçek ekonomisiyle maliyetleri %40’a kadar düşürebileceğini söylüyor. Bu, hem ekolojik hem ekonomik olarak kahve tedarik zincirinde istikrar sağlayabilir. Ancak etik bir boyut var: Dünya genelinde 125 milyon insan kahve sektöründen geçimini sağlıyor. Çekirdeksiz kahve yaygınlaşırsa küçük çiftçiler olumsuz etkilenebilir. Bu nedenle üreticiler, amacın tamamen ikame değil, talebi dengeleyen tamamlayıcı bir ürün sunmak olduğunu vurguluyor. Voyage Foods kurucusu Maxwell, nitelikli kahve tüketicilerinin gerçek kahveden vazgeçmeyeceğini, hedefin ise daha geniş kitleye çevre dostu bir alternatif sunmak olduğunu belirtiyor. Atomo kurucusu Andy Kleitsch ise kahve endüstrisini “ortak” olarak gördüklerini, büyük kahve şirketleriyle melez (blend) ürünler geliştirme stratejisini benimsediklerini söylüyor. Hatta ABD, Japonya ve İngiltere’de 70’ten fazla kafede %100 Atomo espresso sunuluyor; Amazon’da ise yarı yarıya karışık paketler satılıyor. Bu “karıştır ve azalt” modeliyle hem lezzet korunuyor hem de fincan başına daha az gerçek kahve kullanılarak gezegen üzerindeki baskı hafifliyor.
Durumlar oldukça şaşırtıcı üstelik gelişmeler de neredeyse ışık hızında. Önümüze birçok laboratuvarda eş zamanlı çalışmalar geliyor. Burada tüketici alışkanlıkları domine edilebilir mi? Konuyla ilgili onca çalışmayı yaparken elbette tüketici yönelimleri ve yorumlarına da yer verilmiş. Araştırmalara göre tüketiciler henüz laboratuvarda üretilen ya da çekirdeksiz kahve fikrine temkinli yaklaşıyor. Mintel’in 2025 Küresel Kahve Tüketici Trendleri raporuna göre, sürdürülebilirlik girişimleri ilgi çekse de çoğunluk laboratuvar kahvesini denemeye gönüllü değil. Çünkü kahve satın alma motivasyonlarında lezzet ve keyif hâlâ ilk sırada; çevre dostu bir yenilik olsa bile, tat ve kalite beklentisini karşılamayacağı düşüncesi çekingenliğin ana sebebi. 2019’da Kanada’da yapılan bir ankette katılımcıların %72’si laboratuvarda yetiştirilmiş kahve içmek istemediğini belirtmiş. 2023 sonunda İsviçre’de yapılan bir başka ankette ise “mantardan üretilen kahve” gibi alışılmadık alternatifler, et ve böcek bazlı gıdalarla birlikte en düşük kabul gören ürünler arasında çıkmış; İsviçrelilerin %67’si mantar bazlı kahveyi denemeyeceğini söylemiş. Bu veriler, ortalama tüketici için kahvenin alışılmış çekirdekten gelmesinin psikolojik olarak önemli olduğunu gösteriyor. Yine de davranışlar homojen değil; genç nesiller, geleneksel alışkanlıklara daha az bağlı ve çevre konularına daha duyarlı olduğu için iklim dostu kahve alternatiflerine daha açık olabiliyor. Bitki bazlı sütler veya et alternatiflerinde olduğu gibi, gençlerin öncü rol oynadığı bir dönüşüm kahvede de yaşanabilir. Öte yandan “nitelikli kahve” meraklıları —köken, varyete, işleme yöntemi gibi detaylara önem veren üçüncü dalga tüketiciler— için gerçek kahvenin yerine alternatif koymak zor. Buna karşılık, küresel kahve tüketiminin büyük kısmını oluşturan komodite kahve içicileri için fiyat, erişilebilirlik ve temel tat memnuniyeti ön planda. Bu kitleye çekirdeksiz kahveler, daha düşük maliyet ve fiyat istikrarı sunduğunda benimsenme şansı artıyor. Hatta küresel kahve fiyatlarındaki dalgalanmalar tüketicileri uygun fiyatlı seçeneklere yönlendiriyor; bir fast-food zinciri veya market markası benzer lezzeti daha ucuza sunarsa, çoğu tüketici kaynağın ne olduğuna bakmıyor. Enstantane kahvelerin ve karışım ürünlerinin başarısı da bunun kanıtı. Ancak burada kritik bir unsur var: Pazarlama ve eğitim. Eğer doğru anlatılmazsa, laboratuvar kahvesi “yapay” veya “fazla işlenmiş” algısıyla geri tepebilir. Bu yüzden markalar şeffaf iletişim ve tadım etkinlikleriyle önyargıları kırmaya çalışıyor. Atomo Coffee, ürününü geleneksel kahveye tamamlayıcı, çevre dostu bir çözüm olarak sunup lezzet testlerindeki yüksek puanlarını öne çıkarıyor. Bazı markalar ise kör tadım iddialarıyla gerçek kahve tadını yakaladıklarını kanıtlamaya uğraşıyor. Kahve alışkanlıklarımız yüzyıllardır oturmuş bir kültürün parçası olduğu için, kökten değişikliklerin kabul görmesi kolay olmayacaktır. O nedenle bizce bu süreç nitelikli tüketiciyi korkutmadan 3 ana başlığa ayrılacak; geleneksel kahve tarımı, laboratuvar üretimi ve bitki bazlı alternatifler bir arada, birbirini tamamlayarak fincanlarımızı doldurmaya devam edecek gibi görünüyor. Böylece hem küçük kahve çiftçilerinin geçim kaynakları korunacak hem de biz tüketiciler, iklim krizinin acı tadını kahvemizde hissetmeden bu keyfi sürdürebileceğiz. Kahvenin bizim için en anlam ifade ettiği bizleri ve dolayısıyla tüketim şekillerini ayrıştıracak. Alışkanlık, uyarıcı etki ya da bir tutku… Kahveyle olan ilişkimizin temeli bunlardan hangisine ait? Ya da laboratuvarda yetişmiş kahvenin de kırk yıl hatırı olacak mı dersiniz?
DUYGU KURTULUŞ






